Tuva Türk mü? (Bir Yolculuğun Kalp Atışları)
Bir akşamüstü, eski defterlerimi karıştırırken bir harita düştü masama. Alt köşesinde kurumuş bir kahve lekesi, üstünde ince bir kalemle yazılmış bir cümle: “Tuva Türk mü?” O an içimde, bir hikâye anlatma isteği kabardı. Çünkü bu sorunun cevabı, bir satır değil; yüzlerce yılın rüzgârı, seslerin ve yüzlerin gölgesi, dillerin birbirine uzanan sıcak eli gibiydi. Gelin, size bu haritanın izinde yürüdüğümüz yolculuğu anlatayım.
Giriş: Ateş Başında Üç Yol Arkadaşı
Yol arkadaşım Oğuz, stratejileriyle ünlüydü. Haritayı katlar, rotayı hesaplar, riskleri bölüp yönetirdi. “Önce verileri toplayacağız, sonra hüküm kuracağız,” derdi. Elif ise bambaşka bir dilden konuşurdu; insan yüzlerini, seslerin titreyen yerlerini, kokuların taşıdığı anıları izlerdi. “Önce kalpleri dinleyelim,” diye fısıldardı. Ben mi? İkisini de dinleyen bir anlatıcıydım; çünkü bazen bir halkın kimliğine ulaşmanın yolu, hem aklın pusulasından hem de duygunun sabrından geçer.
Yolun İlk Durağı: Sesin Yurdu
Tuva’ya vardığımızda bizi dağların içinden gelen göğüs sesi karşıladı. Bozkır rüzgârına karışan o ezgiler, sanki yerin kalbinden kopup geliyordu. Oğuz çadırların aralığından geçerken not aldı: “Dil, aile, kök; karşılaştırmalı.” Elif, yaşlı bir kadının gözlerine baktı: “Adın ne, bana hikâyeni anlatır mısın?” Kadın gülümsedi; dumanı ince bir çizgi gibi yükselen ateşin başında oturduk. O kadın, söze başlamadan önce boynuma küçük bir bez kesesi astı: “Yolda kalbin üşürse bunu tut,” dedi. İşte o an anladım; bu coğrafyada kimlik, önce misafirliğin sıcaklığından başlıyordu.
Harfler, Hece ve Hatıra
Ertesi gün Oğuz, dikkatli bir yüzle dil örnekleri topladı: “Şu kelime bizdekiyle akraba, şu ses dönüşümü tanıdık.” Elif, çocukların bir oyunu nasıl tekerlemeye çevirdiğini izledi: “Ritmi bizdeki gibi, ama melodisi bu dağlara ait.” Ben de defterime şunu yazdım: “Akrabalık yalnız kanla değil, sesle ve ekmekle kurulur.”
Kökenler: Bir Ağacın Kökleri, Dallar ve Kuşlar
Bir ağacı düşünün; kökleri aynı toprağın derinliklerine karışır, gövdeler güçlenir, dallar farklı yönlere uzar. Tuva ile Türk dünyasının bağları da böyle… Benzerlikler, dilin omurgasında yankılanır; ama her dal, kendi göğünü, kendi kuşlarını bulur. Oğuz’un stratejik aklı devreye girdi: “Tarihsel katmanlar, göç yolları, etkileşim ağları… Tüm bunlar aynı çatıya işaret ediyor.” Elif, parmaklarıyla havaya kıvrılan bir çizgi çizdi: “Peki ya hatıralar? Bir annenin ninnisi hangi rotayı izler?”
Bugün: Aynılık ve Farklılığın Yan Yana Oturması
Çarşıda, bir satıcıya “Bu kelime sizde nasıl?” diye sorduk. O, gülüp eliyle havayı yardı: “Bizde böyle; sizde nasıl?” Diller ayna oldu. Bazı sözcükler kardeşçe kucaklaştı, bazıları yabancılaştı; ama aralarında sürekli bir köprü kuruldu. Oğuz, bulguları bir tabloya döktü: “Benzerlik yüzdesi yüksek.” Elif, satıcının kızının saçına iliştirdiği kırmızı kurdeleyi gösterdi: “Bak, benzerliğin yüzdesi değil; benzerliğin tebessümü.”
Strateji ve Empati Aynı Masada
Akşam olduğunda bir sofraya davet edildik. Oğuz, “Topladıklarım hipotezimi güçlendiriyor,” dedi. Elif, sofrayı kuran ellerin şefkatiyle konuştu: “Hipotezden önce kalp var.” İkisi de haklıydı. Çünkü “Tuva Türk mü?” sorusu, ne sadece haritalara sığar ne de sadece masal ateşine. O, iki dünyanın aynı masaya koyduğu bir ekmektir: bir dilin kökleriyle bir yörenin söz hakkının birleştiği yer.
Kimlik Sorusu: “Evet” mi, “Hayır” mı, Yoksa “Hem…” mi?
Sabah sisinde, nehir kıyısında yaşlı bir dede bize şu soruyu sordu: “Sizce biz kimiz?” Oğuz, cebindeki notları okşadı; Elif, dedenin yüzündeki çizgileri. Ben ise sustum; çünkü soruyu soranın sesi, kimi zaman cevaptan daha kıymetlidir. Dede gülümsedi: “Kökümüzü inkâr etmeyiz, ama gölgemizi de başkalarının ayağına bırakmayız.”
Bu cümle yüreğime kazındı. Kimlik, hem akrabalığın sıcaklığıdır hem de kendi göğünün özgürlüğü. Soruyu yeniden yazdım: “Tuva Türk mü?” Belki de doğru soru şudur: “Tuva, kendi sesini Türkçe bir akrabalığa yakın hissederken, bugün kim olmak istiyor?”
Beklenmedik Bir Yakınlık: Kelimelerin Yanakları
Ertesi gün bir düğüne davet edildik. Davulun göğsü, bozkırın ritmine yetişmeye çalışırken gelinin ninesi kulağıma eğildi: “Sizde de böyle mi söylenir?” Bir ezgi mırıldandı; heceler tanıdıktı, melodisi bu dağların. Oğuz, “Bu, yapısal benzerliklerin en net örneği,” diye fısıldadı. Elif’in gözleri doldu: “Benzerlik, kalbin yanaklarına kondurulan hafif bir öpücük gibi.”
Tartışmanın Tam Kalbi: Aidiyet ve Hürriyet
Biz dönerken Oğuz, sonuç bölümünü yazmaya hazırdı: “Akrabalık güçlü.” Elif, son paragrafı istedi: “Bu akrabalık, Tuva’nın kendi adına konuşma hakkına gölge düşürmesin.” İkisini bir araya getirdim: “Evet, kökleriniz bizimle konuşuyor; ama gölgeniz kendi dağınızda serin.” Çünkü hakikat, tek kelimelik bir hüküm değil; iki nefesin aynı şarkıda buluşmasıdır.
Sonuç: Birlikte Söylenen Şarkılar Daha Uzaklara Uçar
“Tuva Türk mü?” sorusuna cevabım, bir masanın iki tarafına oturuyor: Oğuz’un stratejik kesinliğiyle Elif’in empatik sezgisi. Dil akrabalığına, kültürel yakınlığa, tarihin ortak rüzgârlarına bakarsanız “evet”e yaklaşır; bugünün öznel kimlik beyanını, yerelin söz hakkını ve kendi göğünü düşünürseniz “hem”in çoğulluğunda durursunuz. Benim için Tuva, esasen şudur: Bizimle aynı kökten su içen, fakat kendi yatağında özgürce akan bir nehir.
Şimdi dönüp size bakıyorum, sevgili okur. Bu hikâyeyi okurken siz hangi kelimelere takıldınız? Akrabalık mı ağır bastı, yoksa “kendi göğün” arzusu mu? Yorumlarda, Oğuz’un aklına mı daha yakın hissediyorsunuz kendinizi, yoksa Elif’in kalbine mi? Belki de ikisine birden… Gelin, bu masayı büyütelim. Çünkü birlikte söylenen şarkılar, tek başına mırıldanılanlardan daha uzaklara uçar.
::contentReference[oaicite:0]{index=0}